Jacques Derrida ile Söyleşi
Descrição do Produto
Jacques Derrida ile Söyleşi Bakmaklar Dergisi, Eylül/Ekim/Kasım 2015 Konuşturan: Nikhil Padgaonkar Çeviren: Merve Yalçın N.P.: Söyleşimize size şunu sorarak başlamak istiyorum; ‘felsefe’ kelimesinden bugün bize neler kaldı? Yunanlılar yaklaşık üç bin yıl önce felsefeyi ‘bilgiyi sevmek’ olarak tanımladılar. Bugün önemli olan ‘sevgi’ mi yoksa ‘bilgi’ mi? J.D.: Fransa’da felsefe derslerini yaparken her akademik yılın başında bahsettiğiniz etimolojiye değiniyoruz. Diyoruz ki ‘philosophia’ Yunanca’da hem bilgelik hem de zeka, yetenek veya bilgi anlamına gelen ‘sophia’ya duyulan sevgi veya dostluktur. Ardından ‘philia’ nedir diye soruyoruz -‐ sevgi, dostluk veya arzu ne anlama gelir? Böylelikle felsefeyi bu tarz bir etimoloji çalışması yaparak tanımlamaya başlıyoruz. Bugün sevgi ve dostluk üzerine birçok çalışma yer alıyor. Ben de dostluğun politikası üzerine bir kitap yazdım. Deleuze de dostluk konusuna meraklıydı, Foucault da öyle. Bizler felsefenin sahip olduğu bu etimolojik tanımı hep unutuyoruz. Her felsefecinin kendine ait bir felsefe tanımı vardır. Bu yüzden bu konu felsefeciler arasındaki felsefenin özü ile ilgili yapılan tartışmaların tipik özelliği haline gelmiştir -‐ bu sevgi ne zaman ve nerede başlar? Felsefenin kökeni nedir? Elbette felsefe kavramını tanımlamak için kelimenin kendi tanımından daha fazlasına ihtiyaç vardır. Kelimenin kendisi hiçbir zaman yeterli değildir. Felsefenin Yunanca bir kelime olduğunu ve Antik Yunan’da doğduğunu düşündüğümüzde felsefenin oldukça yoruma açık olduğu kanısına kolayca varabiliriz -‐ neler oldu, ne zaman oldu ve neden oldu; her düşünme eylemi felsefeye girer mi? Bildiğiniz gibi, Heidegger felsefeden önce Antik Yunan’da bir düşünme eyleminin mevcut olduğundan bahseder. Felsefe bir şeylere son vermek içindi, Parmenides veya Heraklitos’un bazı düşüncelerine son vermek gibi. Dolayısıyla bir bakıma felsefe, düşünmeyi sonlandırmanın başlangıcıydı. 1
N.P.: Yapısökümün özünde olumsuz bir terim olmadığı ve bir eleştiri veya yıkım olarak algılanmaması gerektiği görüşünü yıllardır savunuyorsunuz. Hatta 1982’de sizinle yapılan ve daha sonra Le Monde’de1 yayımlanan bir söyleşinizde yapısökümün her zaman sevgi ile yan yana durduğunu ifade ediyorsunuz. Buradaki ‘sevgi’ üzerine biraz yorum yapabilir misiniz? Bu sevgi ‘philia’dakiyle aynı sevgi mi? J.D.: Burada sevgi, Öteki’ne karşı duyulan olumlu arzu anlamına gelir. Öteki’ne saygı duymak, Öteki’ne ilgi göstermek, Öteki’nin ötekiliğine zarar vermemektir ve bu olumlamanın başlangıcıdır; bunun ardından bu sevgiden dolayı sorular sormaya başlarsınız. Yapısöküm bir miktar olumsuzluk barındırır, bunu inkar edemem. Eleştiri yapmak, sorular sormak, meydan okumak ve bazen de karşı çıkmak durumunda kalırsınız. Bu konuda en son dediğim şuydu; yapısöküm olumsuz olmasa da işin içinde şüphesiz olumsuzluk var. Eleştirmek, inkar etmek, reddetmek için öncelikle ‘evet’ demeniz gerekir. Öteki’ne hitap ederken, bu Öteki’ne karşı çıkmak için bile olsa, ona bir çeşit vaatte bulunursunuz -‐ bu Öteki’ne Öteki olarak hitap etmektir, Öteki’nin ötekiliğini azaltmak için değildir ve Öteki’nin tekilliğini göz önünde tutmaktır. Bu azaltılamayan bir olumlamadır, işin asıl ahlakı budur diyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, yapısökümün bir ahlakı vardır. Bu ahlak bildiğimiz manada olmasa da bir olumlama söz konusudur. Bildiğiniz gibi, Rosensweig’den, hatta Levinas’dan şu alıntıyı çok kullanırım; ‘evet’ diğerlerinden çok farklı bir kelimedir, kelimeyi telaffuz etmeseniz bile her dilde üstü kapalı bir ‘evet’ vardır, ‘hayır’ı ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın her zaman ‘evet’ vardır. Bu durum Heidegger için de geçerlidir. Bildiğiniz gibi Heidegger, uzun bir sure, neredeyse yıllar boyunca şunu söyleyip durdu; düşünme soru sorma ile başlar ve soru sormak (fragen) düşünmenin saygınlığıdır. Ardından bir gün, bu söyledikleriyle çelişmeden; ‘evet ama soru sormaktan ve kendini düşünmeye adamaktan daha esas olan bir şey var’ dedi ve buna ‘zusage’ dedi, yani karşı çıkmamak, kabul etmek ve ‘evet’ diyerek onaylamak. Dolayısıyla zusage sadece soru sormanın öncesinde değil aynı zamanda her türlü sorgulamayla birlikte yer alıyor. Bir soru sormak için, önce Öteki’ne onunla konuştuğunuzu fark ettirmeniz gerekir. Öteki’ne karşı çıkmak 1
19 Aralık 1944’de Paris’te kurulan, Fransa’nın en önemli günlük gazetelerinden biri. (Ç.N.)
2
veya meydan okumak için bile olsa ona en azından ‘seninle konuşuyorum’, ‘benzer olduğumuzu kabul ediyorum’ demeniz gerekir. İşte benim sevgi ile kast ettiğim şey budur, olumlamanın yeniden doğrulanması da diyebiliriz. N.P.: Çoğu okurunuza göre, eserlerinizi okumanın getirdiği en önemli kazançlardan biri ‘dıştan’ bir bakış açısıyla eleştirinin mümkün olmadığı farkındalığına varmalarıdır. Çünkü bireyin zihni her zaman kalıtsal olarak öğrendiği dil ile çalışır ve birey bu dile kalıtsal olarak sahip olduğu için kaçınılmaz bir şekilde ortak bir alanda işler. Peki, eğer birey dıştan bir bakış açısına geçmeden sorgulamaya veya pozisyonunu değiştirmeye çalışırsa, muhafazakar olma riski taşımaya başlamaz mı? J.D.: Sizin de sözünü ettiğiniz gibi her şey bu kalıtım kavramına dayanıyor. Bir dili kalıtım yoluyla almanız tamamen o dilin içinde olduğunuz veya pasif bir şekilde o dil tarafından programlandığınız anlamına gelmez. Kalıtım yoluyla almak demek, o dili uygun bir şekilde kullanabilmek, onu dönüştürebilmek ve seçebilmek demektir. Kalıtım, size bir bütün olarak verilen bir şey değildir. Kalıtım aynı zamanda; yorumlamaları, seçimleri, tepkileri, etkileri ve sorumlulukları da gerektirir. Bir kalıtçı olarak sorumluluğu üstlendiğinizde, yalnızca kalıtıma tabi olmazsınız, sadece onu korumak veya olduğu gibi muhafaza etmek gerekliliğine sahip olmazsınız aslında. Yapmanız gereken onu yaşatmak ve onun hayatta kalmasını sağlamaktır; ve bu bir süreçtir – seçmeyi ve yorumlamayı gerektiren bir süreç. Bu yüzden, geleni sadece tekrarlamak ve muhafaza edici pozisyonlar almak şüphesiz oldukça cazip gelmektedir. Fakat bu kesinlikle gerekli değildir. Hatta bana göre yeni bir şey meydana getirebilmek için o şeyi kalıtsal olarak almalısınız, o dilin ve o kültürün içinde olmalısınız. Bir kültürün bir şekilde içinde olmadan, o kültürün dilini anlamadan, hiçbir şeyi dönüştüremez veya hiçbir şeyin yerini değiştiremezsiniz. N.P.: Yani tekrar olmadan değişim de olmaz. J.D.: Elbette, bir tür tekrar denebilir. Fakat bu seçim tekrar ile yenilik arasında değil de, iki çeşit tekrar ile iki çeşit buluş arasındadır. Dolayısıyla geleneğe 3
yaratıcı bir biçimde saygı duyanlar ile geleneğe karşı tepkisel ve yaratıcı olmayan bir tavır takınanlar vardır. Ama yeni bir şey bulmak ya da yeni bir şeyin meydana gelmesini sağlamak için, geleneğe ihanet etmek ya da geleneği unutmak gerektiğini asla düşünmem. Fransız geleneği üzerine yaptığım çalışma ile ilgili bir şeyler söylemem gerekirse, bana öyle geliyor ki; bir şair veya yazarı ne kadar iyi anlamaya başlıyorsam o kadar iyi bir şekilde o yazar veya şairin yaptığını yeniden üretebiliyorum ve bir o kadar daha çok şey yazabiliyorum ve yazdıklarını onaylayabiliyorum. Bu da başkasının belli bir türe ait olan metnini imzalamak demektir. Genet gibi yazarlar hakkında bir şeyler yazdığımda, onlar gibi yazmıyorum. Yeni bir şeyler üretmek için onların bana verdiğini içeren ve tamamen bana ait olmayan ama başka bir imza olan kendi imzamı taşıyan bir şekilde yazıyorum. Bu sadece felsefe veya edebiyat kuramında değil, her yerde böyledir. Başka biri ile konuşabilmek için öncelikle Öteki’nin ne dediğini anlamanız gerekir, onu tekrar edebilmelisiniz – anlamanın manası budur – ve ona cevap verebilmeli, karşılık verebilmelisiniz ve sizin karşılığınız farklı olacaktır, başka bir şey olacaktır. Sizin cevabınız neye karşılık verdiğinize dair imaları içerir. Dolayısıyla ben bunu kendi mirasınıza olan bir karşılık – ve sorumluluk-‐ olarak algılardım. N.P.: Çalışmalarınızda dilin genelleştirilmiş bir ‘yinelenebilirlik’e tabi olduğundan bahsediyorsunuz. Yani dil yeni ve beklenmedik bağlamlara sokulabilir. J.D.: Sanskrit etimolojisi hakkında çok bilgim yok ama ‘itera’ tekrar, aynı, tekrarlama gibi anlamlara geliyor. N.P.: Yani dil yeni bağlamlarda ve çerçevelerde kendini tekrar üretiyor ve böylelikle dilin ürettiği mümkün bütün anlamlara bir sınır çizmek olanaksız hale geliyor. Yinelenebilirlik özellikle şöyle diyor; birey bir metnin anlamına o metnin yazarının niyetine başvurarak ulaşamaz. O halde yazarın kendi kitabının akıbeti ile ilgili bir sorumluluk taşıma olasılığı var mıdır? Nietzsche hakkındaki tartışmalarınızı düşündüğümüzde ve daha genel manada baktığımızda, bir yazar yazdıklarının yorumlanma şeklinden sorumlu tutulabilir mi veya yazdıkları 4
yorumlanabilir mi? Bir yazar için yazdıkları hakkında yapılacak muhtemel yorumları önceden şekillendirmenin bir yolu var mıdır? J.D.: Eğer benden ‘evet veya hayır’ gibi bir cevap bekliyorsanız cevabım hayır olacaktır. Fakat bana biraz daha zaman verirseniz cevabım da daha karasız olacaktır. Bir yazar veya felsefeci elbette yazdıkları konusunda elinden geldiğince sorumluluk sahibi olmalıdır. Örneğin, bir yazar politik açıdan dikkatli olmalı ve yazdıklarının sonuçlarını ve insanların yazdıklarından çıkardıkları sonuçları kontrol edemese de öngörebilmelidir. Bu bir gerekliliktir – yani her şeyi analiz etmek ve öngörmeye çalışmak. Fakat bunu tamamıyla yapmak da imkansızdır. Her şeyi kontrol etmeniz mümkün değildir. Çünkü bir çalışmanız veya bir cümleniz yahut bir söyleşiniz yayımlandıktan sonra ve bir iz oluşturduktan sonra, artık o çalışmanız elinizden ve sizin kontrolünüzden çıkmıştır. O çalışmanız çok farklı bir bağlamda kötüye kullanılabilir, ifadenizin şekli değişebilir ve kastettiğinizin çok dışında bir anlamda kullanılabilir. Nietzsche’den de bahsettiğiniz için söyleyeyim, benim Nietzsche hakkında sorduğum soru da buydu. Nietzsche elbette Naziler tarafından yanlış bir şekilde yorumlandı. Şüphesiz Nietzsche de bunu istemedi, buna eminiz. Fakat bütün bunlara rağmen Nazilerden önce gelen tek felsefeci veya düşünürün Nietzsche olduğunun söylenmesine nasıl bir açıklık getirebiliriz? O halde Nietzsche’nin söylediklerinde Nazileri ilgilendiren bir şeyler olmalıydı. Bu olasılığı Nietzsche’nin kendisinin de bir Nazi olduğu varsayımına varmadan analiz etmeye çalışırsınız ya da Nietzsche’nin her söylediğinden Nazi yanlısı olduğu kanısına varırsınız. Fakat ortada bir nesil olduğu konusuna da açıklık getirmeliyiz, ortada bir soyağacı vardı. Yani hepimiz bu duruma maruz kalmış durumdayız – eminim birçok kişi bu söylediklerimi tepkili veya tutucu ya da muhafazakarlık olarak algılayacaktır. Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ve çabalıyorum; fakat kontrol edemeyeceğimi de biliyorum. İnsanlar bir cümlenizi alır ve onu kullanır. Geçtiğimiz öğleden sonra söylediklerimi örnek olarak alalım: dilin üstünlüğüne ve tekelleşmesine engel olacağı için elbette ben de deyimlerin gelişmesinden ve dil içindeki farklılıklardan yanayım. Fakat hemen ardından da ayrıca milliyetçiliğe karşı olduğumu da ifade ettim. Bundan kastım, farklılığa olan merakın milliyetçi bir şekilde yeniden bölüşümüydü. Bu 5
sözlerim üzerine birileri çıkıp şöyle şeyler diyebilir; ‘sen evrensel tek bir dil yerine farklılıkların tarafındasın, o halde senin söylediklerini milliyetçilik ya da muhafazakar dilsel şiddet lehine kullanabiliriz’. Yani ben bu durumun önüne geçemem. Ben sadece elimden gelenin en iyisini yapmaya çabalarım, ilk cümleme birkaç cümle daha eklerim ve yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmaya çalışırım. Fakat dediğim gibi her şeyi kontrol edemezsiniz ve her şeyi kontrol edemiyor oluşunuz sizin sınırlı bir canlı ve yetersiz bir insan olduğunuzu göstermez. Bu konu daha çok dilin yapısıyla ve bırakılan izin yapısıyla ilgilidir. Siz bir iz bırakır bırakmaz, o iz kendi kaynağından bağımsız hale gelir -‐ bu da izin yapısı gereğidir. İz kendi kökeninden bağımsız hale gelir, iz bırakılır bırakılmaz başlangıcını terk eder. Dolayısıyla bir kitabın kaderini tamamen kontrol edemezsiniz. Ben bu söyleşinin akıbetini kontrol edemem örneğin. Siz söylediklerimi şu anda kaydediyorsunuz ve kayıtlarınızı tekrar bir metin haline getireceksiniz, onları tekrar yazacaksınız, yeni ifadeler içine sokacaksınız, yeni bir bağlam inşa edeceksiniz ve belki benim bir cümlem aslında söylediğimden bambaşka bir hale bürünecek. Yani ben size güveniyorum fakat şunu da biliyorum ki söylediğim her şeyin yayımlanma şeklini kontrol edemem. N.P.: Ama burada üstü kapalı bir güven söz konusu değil mi, yani ima edilen bir bağ. J.D.: Evet bir güven söz konusu, tam bir güven aslında, bir inanç.
6
Lihat lebih banyak...
Comentários