PARA-SERMAYE-EMEK BAĞLAMINDA RİBA/FAİZ MESELESİ

Share Embed


Descrição do Produto

İÇİNDEKİLER

Gündüz Aktan

5

T ürkiye'nin G eleceği

Şeref Ünal

9

A vrupa İnsan H aklan M ahkem esi -ÖCALAN DAVASI-

Ahmet Turan Alkan

36

T ürkiye'nin Yakın Geleceği Ü zerine Serbest Spekülasyonlar

H ilm i Demir

40

Cem aatin D irilişi ve Y ükselişi Miti: Şiddete Direnmenin İmkânsızlığı

M ehmet Özden

54

İdeoloji ve Sosyoloji A rasın d a Kem alizm

Selim Somçağ

59

Türk M illiyetçiliği

Serdar Sement

64

S iyasî Sistem ler Bizatihî G ayesiz Olabilir mi?

Mustafa Altunoğlu

73

İki Farklı Ç okkültürlülü k Yorum u -Kymlicka ve Kukathas Diyalogu-

Abdulkadir İlgen

89

Para-Serm aye ve Em ek Bağlam ında Faiz/R ib a M eselesi

H. Bayram Soy

104

Birinci D ünya Savaşı Öncesinde "O rta D o ğ u "d a A lm an-İngiliz M ücadelesi

E. Lâle Demirtürk

118

A m erikan Rom anında 'Z en ci' N asıl O kunm alı? -Küreselleşmenin 'Öteki' Yüzüne Eleştirel Bir Bakış-

,

■ p ■■





■■

i ■■ w

■■

Türkiye Gunluğu Yaz 2005 81 Cedit A.Ş. adına Sahibi ve Genel Yayın Müdürü Mustafa Çalık Sorumlu Yazı işleri Müdürü Adem Çalık Yazı Kurulu Ahmet Turan Alkan / Nabi Avcı / Beşir Ayvazoğlu / Vedat Bilgin / M.Naci Bostancı / Mustafa Çalık / Erol Göka / Mehmet Öz / Mehmet Özden / Ahmet Nezihi Turan Danışma Kurulu Gündüz Aktan / Şerif Aktaş / Durmuş Hocaoğlu / Mustafa İsen / Ahmet Yaşar Ocak / İlber Ortaylı / Korkut Tuna / Nur Vergin Dizgi ve Grafik Baskı Haberleşme adresi Tel: Fax: Web: e- posta:

Vedat Erden Boyut Matbaası (312) 384 73 51 P.K. 60 Yenişehir (06442) ANKARA (312) 426 66 16 - 426 77 78 (312)466 30 10 www.turkiyegunlugu.org [email protected] [email protected]

İdare Merkezi Tunus Caddesi 53/3 (06680) Kavaklıdere / ANKARA Abone Şartları Yurt içinden abone olmak için, aşağıda belirtilen abone bedelini Vedat Erden adına kayıtlı olan 1900037 numaralı Posta Çeki Hesabı’na veya Cedit Neşriyat A.Ş. adına kayıtlı Türkiye iş Bankası Meşrutiyet Şubesi nin 4213-0536505 numaralı hesaplarından herhangi birine yatırarak dekontunun fotokopisine, açık adresiniz ve hangi sayıdan itibaren abone olmak iste­ diğinizi yazarak (312) 466 30 10 Nolu faksa veya P.K. 60 Yenişehir (06442) Ankara adresine göndermeniz yeterlidir. Yurt dışından abone olmak için; Abone bedelinin Türkiye Günlüğü Dergisi'nin Türkiye İş Bankası A.Ş. Meşrutiyet / Ankara Şubesi’ndeki, Dolar için 30103/643096, EURO için 30103/643109 numaralı hesaplarından ilgili olanına havalesi ve banka dekontunun haberleşme adresimize gönderilmesi gerekmek­ tedir. Adınızı, açık adresinizi, posta kodunuzu ve hangi sayıdan itibaren abone olmak istediğinizi lütfen belirtiniz. Genel Dağıtım Abone Bedelleri Yurt içi Kurum Aboneliği Avrupa ve Orta-Doğu Amerika Diğer Ülkeler

Doğan Dağıtım A.Ş. 35.00 YTL. (80-83.sayılara mahsus) (35.000.000 TL.) 50.00 YTL. (50.000.000. TL.) 60 EURO 100$(Uçakla) 100 $ (Uçakla)

TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ BİR

C e d it YAYINIDIR !

ISSN 1300 - 2767 Türkiye Günlüğü, hakemli bir dergidir. Akademik tarzda yazılan araştırma ve inceleme yazıları, üçer kişilik ilgili hey’etler tarafından tetkik edildikten sonra yayımlanabilir.

YAZ SAYISI

Para-Sermaye ve Emek Bağlamında Faiz/Riba Meselesi

The interest/ Riba problem in context the money-the Capital and iabor From Illimination's philosophers to today, clash between divine and human vvisdom, usually had shovvn that positive Sci­ ence and the knovvledge based on God's revelation are enemy brothers. Hovvever, the revelation itself is not, but, the knovvledge based on revelation can be considered as a human-made and discussable knovvlemmdge type, finally. For this reason, any interpretation of the subject can not be con­ sidered as obligatory (final). According to this study, the economic structer of the İs­ lam can be described as an open market economy. The most important differences between liberal economy and the İslam are prohibition of interest /riba and obligation of alms/zekat in İslam. ÖZET Aydınlanma filozoflarından bugüne, insan aklıyla ilahi olan arasındaki çatışma, pozitif bilim ile vahye dayalı bilgiyi her zaman düşman kar­ deşler olarak göstermiştir. Bununla birlikte vah­ yin kendisi olmasa bile, vahye dayalı bilgi de ne­ tice itibarıyla insana ait ve tartışmaya açık bir bil­ gi türüdür. Bu nedenle konuyla ilgili yapılacak hiçbir yorum nihai anlamda bağlayıcı sayılamaz. Yapılan çalışmaya göre, İslam'ın öngördüğü eko­ nomik yapı serbest piyasa ekonomisi olarak nite­ lendirilebilecek bir ekonomik düzendir. Liberal ekonomiden ayrılan en önemli tarafı ise faiz yasa­ ğı ve zekatın zorunlu kılınmasıdır.

A b d ü lk a d ir İlgen* Yard. Doç. Dr. İlgen, DPÜ Bilecik İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Ana Bilim Dalı'nda öğre­ tim üyesidir.

Halkının kâhir ekseriyetinin m üslüm an olduğu ve eksik de olsa demokratik bir yö­ netim biçimine sahip Türkiye gibi ülkelerde piyasa mekanizması, demokrasi, İslam ve İs­ lam'a ait bazı enstrümanlar arasındaki ilişki­ lerin en azından sosyolojik birer fenomen olarak analiz edilmesi gerekirken, bu alan­ daki çalışmaların yeterli seviyede olduğu söylenemez. Sadece din âlimlerinin değil ta­ rihçi ve diğer sosyal bilimcilerin de üzerinde 'mürekkep ve nefes tüketmesi' elzem olan bu tür meseleler, maalesef ciddi biçimde tar­ tışılma konusu yapılmamaktadır. İlmî olarak tartışılması, üzerinde düşünülm esi ve buna göre ön üm üzün aydınlatılması lazım gelen bir alanla ilgili ülkemizde yapılan çalışmalar

YAZ SAYISI

yok denecek kadar a z1 veya ideolojik mahi­

az gelişmiş ülkelerde görülen ve biraz da ro­

yettedir. Konuyla ilgili çalışmaların yeterli seviyede olmayışının temel nedenlerinden

mantik diyebileceğimiz bir " natiou-building" ameliyesiydi yapılmak istenen. Modern üre­

biri, yapılan ya da yapılacak olan çalışmala­

tim tarzının insan ilişkilerinde aile ve bölge

rın daha baştan "dinci" ya da "din karşıtı" ka­

bağlarından ziyade, rasyonel hesaplara da­

tegorilerinden birine oturtulma riski taşıyor

yanan çalışma disiplini ve ufuk genişliğini kendiliğinden getireceğini öngöremeyen in­

olmasından kaynaklanıyor. Bu ikilemin kökenleri bizdeki batılılaşma hareketlerinin ilki sayılabilecek Lâle Devrine kadar uzatılabilirse de; asıl ayrışma II. Mahm ud ve Tanzimat reformlarıyla birlikte ivme kazanarak Cumhuriyet devrinin radikal in­ kılaplarıyla zirveye ulaşmıştır. Geri kalışımı­ zın sebepleri üzerinde kafa yoran batıcı ve muhafazakar aydınların tamamındaki ortak

kılapçı nesil, aynen muhafazakar aydınların yaptığı gibi işe tersinden başlamıştı. İnkılap­ çılar da bugünkü ardılları gibi, geri kalışımı­ zın yegâne sorumlusunun eski medeniyeti­ m iz2 ve bu medeniyetin merkezindeki İs­ lam olduğunu düşünüyor ve buna göre ha­ reket ediyorlardı. Muhafazakar ve inkılapçı aydınların her

düşünce eski medeniyetimizin yetersiz, batı

ikisi de batının ilim ve tekniğini alma ortak

medeniyetinin daha iyi olduğu şeklindeydi.

paydasına sahipti. Bununla birlikte araların­

Birinciler, Batı karşısında varlığımızı sürdü­

da temel bir farklılık vardı. O da yerli kültür

rebilmenin yegane şartını batılılaşmada gö­

ve medeniyetimizin modernleşme çabaların­

rürken Gökalp ve A kif'in de içinde bulun­ duğu muhafazakar (Milliyetçi ve İslamcı)

da birinciler için engel olarak görülmeyişine karşılık, İkinciler için temel ve öncelikli en­

aydınlar, Avrupa Medeniyeti'nin bir bütün olduğunu dikkate alm adan onun sadece tek­ nik yanlarını alm am ız gerektiğini öne sürü­

gel şeklinde görülmesiydi. Bunun yanında muhafazakar düşünce de yekpâre bir görü­ nüm de değildi, Bizdeki Batıcı modernleşme

yorlardı. Hatta Gökalp buna pratik bir de çö­

hareketleriyle birlikte Türkiye'de olduğu gi­ bi İslam dünyasında da, m üslüm anların

züm bulmuştu; kültür ve medeniyet ayrımı. Böylece "hiçbir kültürel değişmeye lüzum kal­ madan” kalkınma ve modernleşme yolunda ilerleyebilecektik. İnkılapçı-batıcı aydınlar ise bunun tam tersi denilebilecek bir noktayı temsil ediyor­ lardı. Cumhuriyet devrinin ilk otuz yılında yapılan inkılapların asıl ağırlık noktası, sınaî kalkınma ve ekonomik gelişme alanından ziyade, manevi kültürde yapılan değişme­ lerdir. Öncelikleri modern üretim ve ekono­ mik kalkınmayı sağlamaktan ziyade, yeni bir kültür 'yaratmak' ve bu kültüre göre şe­ killenmiş genç kuşaklar yetiştirmekti. Bütün 1- Bu sahada yapılan çalışmalarla ilgili bir değer­ lendirme için bkz. Tabakoğlu (1988: Giriş) Sa­ bahattin Zaim ve ayrıca M. N. Sıddıkî tarafın­ dan yapılan bibliyografya çalışmaları için de bkz. Yılmaz, (1991:225-296).

modern hayata açılmasını sağlamak isteyen­ lerle buna karşı çıkanlar arasında iki ayrı akım ortaya çıkmıştı. A bduh ve arkadaşları (bizde Âkif ve arkadaşları) Selef M üslüm an­ lığına dön üld ü ğü takdirde modernleşmeye 2- İnkılapçı nesil ve onların tevarüs ettiği çizgi ke­ limenin hakiki anlamında batıcıydı. "...Eski ni­ zamı köklerine kadar yıkmak ve batı topluluğu için­ de bir ycııi çağ cemiyeti olmak..." diyordu Falih Rıfkı. Bkz. Atay, (1969: 360). Meşrutiyetin batı­ cı aydınlarına göre ise, " ..Geri kalmamızda fi­ kir perdesini geren İslam dinidir. Bu dinin ge­ tirdiği şeriatın hayatın hemen her alanını hük­ mü altına alması bütün geriliklerin temelinde yatan olaydır. Hayatın her alanında şeriatın hükmü, tutucu bir güç olarak her değişmeye karşı önleyici bir etken olmuştur; hayat fosil­ leşmiştir." Bkz. Berkes, (2002:412) Biz batılı ol­ madan kurtulamayız. Şu halde Bizi batılı ol­ maktan alıkoyan gelenek ve müesseseler ortadan kaldırılmalıdır. Bkz. Atay, (1969: 369).

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

engel olan bidatlerin kalkacağını, yani İs­ lam 'ın yeniden hamle gücü kazanacağını düşünüyorlardı; geriye dönmelerinin sebebi ileriye gitme arzusu idi. Bunlara m uhalif olan gurup ise, pasif bir mukavemet içindey­ diler. İkinci guruptakilerin aldığı tavır, bir intikal dönem inin kargaşalığı içinde gerçek doktrinden sapma ihtim alini azaltmaya çalı­ şıyor olmasına rağmen, İslam dünyasının kalkınması açısından daha çok olumsuz bir rol oynadığı da muhakkaktı(Güngör, 1993). Devletimizin Tanzimat reformlarıyla res­ miyet kazanan ıslahat çabalan, Cumhuriyet inkılaplarıyla m uhafazakar kanadı resmi çizginin dışında tutarak yeni bir çehre ka­ zandı. Bu süreç aynı zamanda geleneğe ait değerlerin de tasfiyesi anlamına geliyordu. Geleneğe ait kültür kodlarının resmi alan­ dan çıkartılıp laik kültür kodlarının ikame edilme çabaları halen devam ediyor. Bunun­ la birlikte Kemalizm, "kültürün kişilik yara­ tıcı katında yeni bir anlam yarat(a)madığı ve yeni bir fonksiyon görmediği için, bir rakip ideoloji rolünü oynayamamıştır. Kema­ lizm 'in Türkiye'de ailelerin çocuklarına inti­ kal ettirdikleri değerleri değiştirmekteki et­ kisi sathi olmuştur."(Mardin, 1990:111). Ra­ kip ideolojilerin (din karşıtı ya da değil) doğ­ masına izin vermeyen bu yapı, Türk kültür geleneğini temsil eden gözetimci ve daya­ nışmacı yapıyı "her şeyi kitabına uyduran yasal işbirlikçi" bir yönetim ideolojisi şekli­ ne dönüştürmüştür(Türkdoğan, 1981:17). Gelenekten kesin bir kopm ayı temsil eden bizdeki Batıcı modernleşme anlayışı­ nın, eskiyi tasfiye ederken yerine yenisini ikame edemeyişi, birtakım ciddi problemleri de beraberinde getirmiştir. Gelenek ve onun sağladığı sosyal mutabakatın bozulmasıyla, her fert içinde bulun du ğu durum a göre ken­ di kaderini bizzat tayin etmek, yani doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün ölçülerini kendi başına bulm ak zorunda kalmıştır.3 Gelene3- Türk halkı ve aydınındaki şahsiyet bütünlüğü-

ğin sekteye uğraması ve sosyal bilançonun bu kaleminin düşmesi, sağlam bir geleneğin mevcudiyeti halinde neredeyse sıfıra yakın olan sosyal rol maliyetini, taşınamayacak boyutlara yükseltmiştir.4 Geleneğin yok ol­ ması değerlerden sapma ya da uzaklaşmayı değil, onun da ilerisinde bizzat bu değerle­ rin şüphe ve tartışma konusu yapılmasına yol açmıştır. Birikimlerin berhava olması, bir defalığına mahsus bir olgu olmaktan çıkarak süreklilik kazanmış ve daima yeniden başla­ mayı m oda haline getiren bir yeniyetme tav­ rına dönüşmüştür. Halbuki "m illî hayat bir devamdır. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmektir. Ç ünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, hakiki kırılışlar ve kopuşlar ancak yaratış ucubeleri, yarım mahluklar vücuda getirir. Ç ünkü hayatın ortasında onun bir parçası gibi değil, kendi dağılmış zerrelerin­ de devam ederler."(Tanpınar,1982: 20-21) Kendi dağılmış zerrelerinden hayatın ta­ biî bir parçası gibi uyum lu, düzenli ve istik­ rarlı bir tekamül değil, her defasında ilkel ve hayata yabancı tecrübesiz ibdaların sökün etmesi kaçınılmazdır. Bizim yüz elli yıllık batılılaşma maceramızdaki sürgit devam eden anayasa tartışmalarını da, bu bağlam­ da değerlendirmek gerekir.5 Tekrar başa dö­ nün çözülmesi ve kişilik parçalanmasının sos­ yal maliyetine ilişkin kapsamlı bir analiz için bkz. Güngör, (1987:64 vd.) 4- Sosyal bir girdi olarak değerlendirilmesi gere­ ken tarihin pozitif yanlarının reddedilerek ne­ gatif yanlarının kabûle mecbur kalınmasının Türk toplumuna çıkardığı maliyeti teorik bir çerçevede ele alan çalışmadaki eleştiri ve öne­ riler için bkz. Orman, (2001:52 vd.) 5- Bugünün Batıcı, Türkçü ve İslamcı aydınları kendi öncüllerinin bir devamı olma özelliğini hâla devam ettiriyor olsalar bile, bazılarınca batılılaşmanın son merhalesi gibi sunulan AB konusunda oldukça farklı noktalara gelmiş bulunuyorlar. Toynbee'nin Batı medeniyetinin meydan okumasına İslam dünyasında iki fark­ lı cevap verme tasnifi (herodian-zealot), ve bu bağlamda yaptığı analizler güncelliğini hâla devam ettiriyor. "Ona göre istikbal ne birinin ne de öbürünün olacaktır. Zealot, eğer hâla or-

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

ner ve asıl meselemize gelirsek; İslam ve İs­ lam geleneği üzerinde yapılan çalışmaların resmi çevrelerde biraz da şüpheyle hatta re­ jim karşıtlığı endişesiyle karşılanıyor olma­ sının asıl sebebinin yukarıdaki tartışmalar­ dan kaynaklandığım söyleyebiliriz. Bir de

sermaye arasındaki ilişkilerle; emek faktörü­ nün bu ilişkilerdeki rolüne dair bir analiz ve çözümlemeye girmeden önce, konuyla ilgili hem kapitalizm hem de Marksizm'deki te­ mel varsayımlara kısaca göz atmak gereki­ yor.

bunun tam zıddı bir endişe ya da mahkum etme, tarihsel içtihatlara bağlı bazı çevreler­ den gelebilir. İşte bu ve benzeri sebepler yü­ zünden bu sahada yapılacak çalışmaların

Modern İktisat Literatüründe Üretim Faktörleri ve Faiz İlişkisi

me gibi riskleri bulunuyor. Resmi alanın dı­

Modern iktisat literatüründe üretim araç­ ları ana hatlarıyla “emek, sermaye, doğal kaynaklar ve teşebbüs" olarak sıralanır. Bun­

şına itilmesi ve şüpheyle karşılanıyor olma­

ların her biri birbirinden bağımsız ve yalıtıl­

sıyla, önüm üzde problem olarak duran bir

mış faktörler olarak genel "in put" içinde de­ ğerlendirilir. Bunların kullanılması karşılı­ ğında ödenen bedel ise "ücret, faiz, rant ve kâr" olarak belirlenmiştir. Ücret, faiz, rant ve kâr oranlan piyasa mekanizmasının tabii seyrinde kendiliğinden belirlenen doğal sü­ recin normal bir sonucudur. Burada belirle­ yici olan kişilerin pragmatist doğaları ve bu­ nun arz-talep biçimde tezahür eden yansı­ masıdır. Buna göre kendi çıkan için çaba sarf eden bir kişi, farkında olmadan toplum çı­

belli kesimlerce daha baştan m ahkum edil­

sorunsalı yok varsayarak içine kapanma ya da günübirlik tevillerle vaziyeti kurtarma eğilimindeki bazı yorumlara rağmen, sosyal hayattaki etkilerinin yok sayılamayacak bo­ yutlarda olduğu böylesi bir meselenin göz ardı edilmesi de beklenemez. Bizim burada yapmaya çalıştığımız asıl mesele faiz / riba kavramı üzerinde yoğunla­ şarak, bunun ekonomik ve sosyal hayat üze­ rindeki yansımalarını analiz etmek olacaktır. Bununla birlikte İslam'daki emek ve paratada kalmışsa, sönmüş bir medeniyetin fosili haline gelecek, herodian ise yaşayan medeniye­ tin maskarası olacaktır. Mamafih bu tipler müslüman cemiyeti içinde birer azınlıktırlar. Bunlar ezilip gidecek, asıl büyük çoğunluk ne ortadan kalkacak, ne de fosilleşecek, ne de eriyip gidecektir; fakat dünyanın "batılılaş­ masının" bir yan ürünü olan büyük, koz­ mopolit bir proletaryaya katılacaktır." Bkz. Toynbee, (1991:176 vd.); Güngör, (1993:192-3). Bugün AB konusunda şiddetini giderek art­ tıran tartışmaların temelinde Toynbee'nin analizlerini bulmak pekala mümkündür. İs­ lamcı ve liberal batıcı aydınlarla, Türkçü ve batıcı aydınları karşı karşıya getiren ve birleş­ meleri asla düşünülemeyen düşman kardeşleri buluşturan kaygı ve beklentiler; yakın bir gelecekte daha farklı bir mahiyet kazanarak yerini başka uzlaşma ve karşıtlıklara terk ede­ bilir. Bunun olmasını gerektiren sebepler henüz ortadan kalkmadığı gibi, kalıcı olmayan itilafların uzun ömürlü olmayacağı da aşikar­ dır.

karlarına hizmet etmiş olur. Doğal süreç budur ve buna yapılan her m üdahale bu süre­ cin bozulmasıyla sonuçlanacak yapay ve zorlama piyasa yapılarının oluşmasına se­ bep olur. Kapitalist sistemin genel karakte­ ristiği kısaca bu şekilde özetlenebilir. Sistemin temel dayanağı olan kişilerin pragmatist yapıya sahip olması var sayımı, genellikle kaydı düşülerek tartışmasız bir gerçekliği belirtir. Bunun aksi bir aksiyom üzerine teori ve hipotezler üretmek temel­ sizdir. Arz ve talebin fiyat üzerindeki belir­ gin etkisi ise deney ve gözlemle açıkça kanıt­ lanmış genel bir doğruyu ifade eder. Doğru­ luğu bu kadar açık iki temel üzerine yükse­ len kapitalist sistem, nasıl oluyor da meşru­ iyeti üzerindeki gölgelerden bir türlü kurtu­ lamıyor sorusunun cevabı işte bu noktada önem kazanıyor. Kapitalist sistemin bir anti­ tezi olarak görülen Marksist sistemin eleşti­ rileri de onun insan doğası konusundaki ön-

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ

SAYI SI

kabulü ya da arz talep mekanizmasının işle­ yen niteliği üzerine değildir zaten.'1 Mark­ sizm'in eleştiri okları bu iki temel postüla üzerine değildir. Eleştirinin temelinde artı değer ve bunun paylaşılmasında ortaya çı­ kan adaletsizlikler vardır. Aslında Marksist iktisatçılar gibi kapitalist iktisadın kurucula­ rı olan Smith ve Ricardo da değerin temeline emeği koymuşlardı. Marx'a göre kapitalizmin özü, değerin oluşumu ve artı değerin sermaye tarafından bir çeşit zorbalıkla emek sahiplerinin elin­ den alınmasıdır. Eğer değer yaratan yegâne faktör emekse sermayenin kendisi de, kimi zaman üretim araçlarına, kimi zaman da sik­ ke ya da banknotlara aktarılmış halde bulu­ nan "birikmiş" emekten ibarettir. Oysa canlı emek gücü, bu "birikmiş" ya da "ihtiyata alınmış" emeği elinde tutanlar tarafından sürekli olarak sömürülmektedir(Denis, 1997; 11-459). Aslında sorun metanın kullanım değe­ ri ve mübadele değeri olarak tasnif edilen, ger­ çekte ise sadece "görünüş biçimi" olarak metada mündemiç olan değerin, kendini ortaya koyuş biçiminden bağımsız olarak ortaya çı­ kan mübadele değeri ve onu üreten sistem­ den kaynaklanmaktadır.7 Nesnelerin ancak 6- Bazı eleştirmenler Marx'ın emek-değer teorisi­ ni eleştirirken bazı noktalan dikkate almadığı gerekçesiyle analizini eksik saymışlardır. Çün­ kü, diyor eleştirmenler, değişime tabi olan tüm mallar, kendilerine yönelik talep açısından bakıldığında göreli olarak az bulunur bir niteliğe sahiptirler. Eğer öyle olmasaydı, bun­ lar mübadeleye tabi olmaz bedava dağıtılırlar­ dı. Pozitivist ve ampirist bir perspektifte bakıl­ dığında karşı konulamaz bir özellik taşıyordu bu tez. Ancak Marx'ın söylemeye çalıştığı arz talep ilişkisini reddetmekten çok daha farklı bir şeydir. Çünkü bu durum, üretim iliş­ kilerinin belirli bir konumlanışının zorunlu bir yansımasından başka bir şey değildir. Marx'ın eleştirdiği de esasında bu konumlanmadır. Bkz. Bottomore, (2002; 121). 7- Değişim süreci içinde, türdeş olan bir şey dışa vurmaktadır; ve tüm metaların sahip oldukları ortak özellik, hepsinin 'de emek ürünü ol­ malarıdır. Böylece değişim süreci, meta üreten değişik tüm emek türlerini türdeş hale getirir.

üretim süreci içinde edindikleri toplumsal ve ekonomik karakterleri, sanki bu nesnele­ rin özlerinden çıkan doğal nitelikleriymiş gi­ bi yansıtmak hatadır. Burjuva ekonomi poli­ tiği bu bariz hatayı genel geçer doğru gibi dayatmıştır. Marx'ın bu yöntemini yadsıma imkanı yoktur. Nesneler, bütün içinde ken­ dilerine verilen fonksiyona göre anlam kaza­ nır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ile, ücretliliğin zorunlu sonucu biçiminde ortaya çıkan yapısal durum değiştirildiğinde, her­ kesten yeteneklerine göre ve herkese ihtiyaç­ larına göre yeni bir yapı doğacaktır. Bu yapı üretim araçlarındaki özel m ülkiyetin tama­ men proletaryaya devredildiği ileri kom ü­ nist aşamadır. Marksist sistemin kapitalizme getirdiği alternatif çözüm önerisi, kaba hatlarıyla bundan ibarettir. Yeni konum lanm a­ da müşterek emek tarafından yaratılan artı değer, kapitalist sistemin üretim faktörleri arasında saydığı ve kendilerine bedellerini ödediği in putlar arasında değil, üretime ay­ rılan emek miktarına göre eşit biçimde çalı­ şanlar arasında dağıtılacaktır. Böylece emek tarafmdan üretilen artı değere sermaye tara­ fından haksızca el konulması süreci sona erecektir. Marksizm'e göre yeni yapılanma sadece bölüşüm ün âdil biçimde dağılım ını sağla­ makla kalmayacak, kapitalist sistemin doğa­ sından kaynaklanan tüketim buhranlarına da panzehir olacaktır. Ç ünk ü, diyordu Marksistler, kapitalist sistemde maliyeti as­ gari, kârı ise âzami tutmak isteyen yatırımcı, doğal olarak ücretleri düşük tutacak bu da büyük çoğunluğu oluşturan çalışanlara net ürü n ü n toplam değerinden daha azının ödenmesine yol açacaktır. Bunun sonucu olarak da çalışan kesimin gelirler toplamı, hiçbir zaman yeterli talebi yaratamayacaktır. Metaları üreten türdeş emeğe soyut emek adı verilir. O halde değer, soyut emeğin nesneleşmesi ya da cisimlenmesi olarak tanımlanır. Marksist gelenekteki değer tartışmaları için bkz. Bottomore, (2002;120 vd.)

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

İşçilerin eksik tüketimi sonucu yaratılan "ta­ lep boşluğu", toplam katma değer içindeki kârın payı ücretlilerin payı aleyhine sürekli olarak arttıkça büyümeye devam edecektir(Bottomore, 181). Metropol ülkelerin ken­ di iç piyasalarındaki talep yetmezliğini çev­ re ülkelerde yeni pazarlar bulm ak ve piyasa­ ya yeni ürünler sürerek ihtiyaç kalemlerini artırma yoluyla aşma çabaları da uzun vade­ de çıkmaza girecektir.8 Marksizm, getirdiği çözümlemelerle hem talep yetersizliğini hem de ürün ün toplam değerindeki adalet­ siz dağılımı giderdiği/gidereceği iddiasın­ dadır. Teori buraya kadar eksiksiz bir biçimde işliyor görünmektedir. M arksizm 'in ve Marksistlerin eleştiri konusunda başarılı ol­ dukları daima söylenmiştir. Eleştiri analizle­ ri bu derece ayrıntılı ve sağlam argümanlara dayanan bir dünya görüşünün, aynı sağlam­ lık ve açıklıkta çözüm önerileri getirdiğini söylemek oldukça zordur. Kapitalist siste­ min çelişkilerini giderme ve daha insani bir sistem kurma iddiasındaki kuramcıların çö­ züm önerisi, üretim araçlarında özel m ülki­ yeti tamamen kaldırarak, yaratılan katma değere "herkesten yeteneklerine, herkese ih­ tiyaçlarına göre" pay vermek şeklinde özet­ lenebilir. Kapitalizmin doğası, yabancılaş­ ma9 ve işgücünün metalaşması konusunda 8- Yeni pazarlar yaratmak amacıyla çevre ül­ kelerin borçlandırılması yoluna gidilmesi, iler­ leyen zaman içinde söz konusu ülkelerde kro­ nik hale gelen mali krizlerle iyiden iyiye çık­ maza girmiş bulunuyor. 9- Yabancılaşma olgusu sadece kapitalist ekono­ mi modellerinin maruz kaldığı bir mesele değildir. Bürokrasinin bulunduğu bütün sis­ temlerde aynı olguyla karşılaşmak kaçınılmaz­ dır. "Kişisellikten arınma" ya da "insanlıktan uzaklaşma" bürokrasinin temel niteliğidir. Bürokrasi, diyor VVeber, ne denli insanlıktan uzaklaşırsa o denli kusursuz gelişir; resmi iş­ lerden sevgi, nefret ve tüm hesaplanamaz kişisel, irrasyonel ve duygusal öğeleri ne denli ayıklanırsa, bürokrasi asıl niteliğine o denli yaklaşır. Bürokrasinin bu özgül niteliği, onun

sayfalar dolusu mürekkep tüketen Marksist­ lerin, insan doğası hakkındaki en temel nok­ talardan birini görmezden gelmesi son dere­ ce ilginçtir. Yaptığı işle kendisi arasında psi­ kolojik bağları kopan ve o işe çıkar ilişkisiy­ le bağlanmayan bireylerden kurulu üretim ilişkileri ağında, istenen verimliliğin sağla­ nacağı beklentisi sistemin en zayıf noktası­ dır. İşte bu yüzden, komünist uygulamada görülen en büyük açmaz, gizli işsizliğin ala­ bildiğine yaygınlaştığı üretim yetmezliği şeklinde ortaya çıkan ekonomik krizlerdir. D ünyanın en zengin doğal kaynaklarına sa­ hip bir ülkede uygulanan komünist sistem, işte bu sebepten dolayı, arz yetmezliği ile kıvranarak çöktü. Oysa sistemin dışsal m ali­ yet bilançosu hem sosyal hem de ekolojik alanda dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Ka­ pitalist sistemin en vazgeçilmez argümanı reklamcılık sektörü olmasına karşılık, kom ü­ nist sistemde karne ile alışveriş, sistemin alâmet-i farikası olmuştur. Kapitalist sistemde talep yetmezliği şeklinde karşımıza çıkan yapısal ekonomik kriz, komünist sistemde arz yetmezliği şeklinde tezahür etmiştir.

İslam Fıkıh Literatüründe Üretim Faktörleri ve Faiz İlişkisi Modern iktisat teorisinin üretim araçları­ nı "emek, sermaye, doğal kaynaklar ve te­ şebbüs" olarak tasnif etmesine mukabil, İs­ lam fıkhı bunları emek ve mal olmak üzere ikiye ayırmıştır. Buna göre emek ve teşebbüs kısmı emek; sermaye ve doğal kaynaklar kısmı mal kavramı içinde yer alır. İslam'da özel erdemi olarak kabul edilir. Bkz. VVeber, (1993; 206). Toynbee'nin "apatetik" yanılgı dediği, canlı varlıklara cansız varlıklarmış gibi davranma (Toynbee, (1978; 1-34)} tarzı, bütün endüstri toplumları ve bürokratik yapılan­ malarda sıkça görülmüştür. Komünist bürok­ rasinin beş yıllık büyüme ve kalkınma plan­ larına uyma çabalarının ağır sosyo-psikolojik ve ekolojik tahribatı Cengiz Aytmatov'un romanlarında, özellikle Dişi Kurdun Riiyaları'uda çok çarpıcı örneklerle tasvir ve analiz edilmiştir.

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

işçi kavramı ecîr ıstılahı ile ifade edilmiştir. mektir. Ancak ecîr kavramı da kendi arasın­

dolayısıyladır ki; sermaye emekten bağımsız bir üretim faktörü olamaz. Sermaye ancak emek sahibiyle birlikte üretim sürecine gir­

da ecîr-i has ve ecîr-i müşterek olmak üzere

diği zaman meşru bir işlem biçimi olarak ka­

Ecîr, icara yani kira akdiyle tutulan kişi de­

ikiye ayrılır. Ecîr-i müşterek üretim faktörle­

bul edilir. Karz-ı hasen olarak belirtilen faiz­

ri kendisine ait çalışana denilir ki; terzi, m a­

siz borç verme biçimi ise, tahmin edilebilece­

rangoz, oto tamircisi vs. zanaatkarlar bu gu­

ği gibi piyasadaki toplam işlem hacminin

ruba girer. Ecîr-i has ise ücretinin belirlen­ mesinde işin değil zam anın ölçü alındığı iş­ çidir. Aylık, haftalık ve günlük ücretle çalı­

çok küçük bir yüzdesini oluşturur. Zaten karz-ı hasen olarak yapılan borçlanma biçi­ minin, âtıl fonları piyasaya aktarmak sure­

şanlar bu guruba girer. M odern iktisat litera­

tiyle piyasayı canlandırma gibi bir amacı ol­

türündeki işçi kavramı ise sadece ecîr-i has'ı içeren bir kavramdır(Debbağoğlu, 1979;263).

duğunu düşünm e imkanı yoktur. Bu tür borçlanma, darda kalmış kişileri bulunduk­

Ecîr-i müşterek olarak nitelendirilen iş­ çiyle yapılan iş arasında ecîr-i hasla yapılan iş arasındaki ilişkiden daha farklı psikolojik bir ilişki vardır. Bir kere ilkinde işi yapanla işin sahibi aynı kişidir. İkincisinde ise işi ya­ panla işin sahibi farklı kişilerdir. Bu haliyle bizzat işin sahibi durum undaki çalışanın

ları sıkışıklıktan kurtarmaya yönelik mevzii bir uygulamadır. Faizin yasaklanması ise, çok daha farklı ve yapısal nitelikte ekonomik ve sosyal sonuçlar doğuran temel bir yakla­ şımı ifade ediyor. Bir yanda tasarruf sahipleri diğer yanda ise yatırımcıların bulun du ğu bir ekonomik

üretkenlik ve verimliliği sadece çalışan d u ­ rum undaki işçiden daha yüksek olacaktır. İşte bu noktada üretim faktörlerinin modern

yapıyı doğuran faiz uygulaması, "başkası­

iktisat literatüründen farklı olarak ikiye ay­ rılması ve bundan kaynaklanan sonuçlan

nin doğmasına yol açmaktadır. Turgot'un

daha da önemli hale geliyor. Ecîr-i müşterek kavramının sadece küçük ve orta boy iş yeri

rın borç alınan parayla iş döndürmedikleri

veya firmalara imkan sağlayan bir yapıya müsait olduğu; dolayısıyla da, optimal ölçek b ü y ük lüğün ün ilave maliyet ve verimlilik avantajlarını mani bir yapıyı doğuracağı iti­ razı ileri sürülebilir. Ancak bugün Birleşik Devletlerde ülkenin en b ü y ü k şirketleri uzun vadeli borçlarının yüzde kırkını emek­ li fonları ya da çalışanların kesintilerinden sağlama yoluna gitmektedirler.10 Para-sermayenin emeğe bağımlı konu­ mu, faizin yasaklı işlemler kategorisine ko­

nın taşıyla başkasının kuşunu vuran" ve git­ tikçe zenginleşen bir kapitalistler zümresi­ isabetle belirttiği gibi, "yeryüzünde firmala­ hiçbir ticari piyasa yoktur; başkalarının ke­ sesine başvurmak zorunda kalmayan hiçbir tüccar herhalde yoktur. "(Braudel, 1993; 338). Kişilerin harcamadıkları âtıl fonları faiz me­ kanizmasıyla piyasaya çekme ve bu yolla yatırımları finanse ederek, sürdürülebilir ekonomik büyüm eyi sağlama kapitalizmin temel argümanıdır. Sistemin doğal sonuçla­ rından biri, bu ilişkinin nesnel, ölçülebilir ve rasyonel temellere dayandırılmış aracı ku­ rumlar vasıtasıyla kusursuz bir biçimde işle­ tilmesini sağlayacak mekanizmaları geliştir-

nulmasından kaynaklanır.11 Bu yasaklanma 10- Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi ve analizler için, bkz. Drucker, (1995; 345 vd.) 11- "Faiz yiyenler tıpkı Şeytanın çarptığı kim­ senin uykudan kalkışı gibi kalkarlar. Bu, on­ ların 'alışveriş de faiz gibidir’ demeleri yüzün-

dendir. Halbuki Allah alışverişi mubah, faizi ise haram kılmıştır." 2/275; "Allahfaizi eksiltir, zekat ve sadakaları ise artırır."!/276. İki âyet de hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak bir açıklıkta faizi yasaklıyor. İkinci âyette faizin malı eksilt­ tiği, zekatın ise artırdığı belirtilmektedir.

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

mek olmuştur. Tasarruf ve ticari mevduatla­

para, kredi tarafından ikame edilir.12 Banka­

rın toplandığı, yatırımcı ve tasarruf sahiple­ rine aracılık eden bu kurumlar; kapitalizme

nın rolü ise ödeme yapmayı garanti etmesi ve buna aracı olmasıdır. Belirli bir m üddet

ihtiyaç duyduğu taze kanı pompalayan fi-

için sahibinden kopmuş bir meta olan faiz

nans merkezleridir. Bankacılık mekanizması

getiren sermaye sadece kredi değil, aynı za­

olmadan kapitalist sistemin işlemesi im kan­

m anda tahvil ve bono da dahil olmak üzere

sızdır.

çeşitli biçimlere bürünerek bütün piyasalar­

A nalizim izi biraz daha derinleştirerek devam edersek, bu ilişkiler ağında en kârlı tarafın finans sermayeyi kontrol eden ban­ kalar olduğunu söyleyebiliriz. İkinci sırada ticaret ve sanayi sermayesi, en alt sırada ise küçük tasarruf sahibi tabakalar bulunur. Fi­ nans sermayenin reel sektör üzerindeki gö­ rünür hakimiyeti, üzerinde uzun uzadıya analiz yapmayı gerektirmeyecek kadar açık olmasına rağmen, yeri gelmişken bazı hu­ susların altını çizmek gerekir. Bankacılık sis­ temi düşük faizle aldığı tasarruf mevduatla­ rını, ondan daha yüksek orandaki faiz hadleriyle yatırımcıya pazarlamakla kalmaz, banka parası olarak da bilinen kaydî para yaratarak sanal bir para-sermayeyle yatırım­ cıyı finanse eder. Böylece gerçekte x birimlik bir para sermayeyi temsil eden bankanın net aktifleri, sistemin kendisine sağladığı im ­ kanlarla, onun kat-be-kat üzeri bir değeri karşılayan hayali bir parayı kullandırma im ­ tiyazına sahip olur. Bu işlemin piyasa meka­ nizmasını rahatlattığı ve ilave finansman kaynakları ürettiği söylense bile, gerçekte kamuyu temsil eden merkez bankasındaki para üretme tekelinin, banka sahipleriyle paylaşılması, bunun açık biçimde ihlal edil­ diği anlamına gelir. Olm ayan hayali paranın kârını bankacılar elde ederken, bunun enf­ lasyon biçiminde piyasaya yansıyan maliye­ tini bütün bir toplum omzuna yüklenir. İyi gelişmiş bir kredi sisteminde borçların ala­ caklıya ödenmesi, genellikle diğer aracıların alacaklıya ödeme yapma taahhütleri devre­ dilerek yapılır. Dolayısıyla ödemelerde para yerine kredi kullanım ı yaygınlaşarak, metalarm dolaşımında ve değerin aktarılmasında

da tedavül eder. Büyük finans merkezlerinin kontrol ettiği spekülatif para-sermayenin tahvil, bono, hisse senedi ve kambiyo işlem­ leriyle reel sektör üzerinde kurduğu baskı­ nın yol açtığı riskler, ticaret ve sanayi serma­ yesinin en son aşaması olarak nitelendirilen mali kapitalizm in semereleridir.13 Ticaret ve sanayi sermayesi de para ser­ maye kadar olmasa bile, tasarruf-yatırım ilişkisinde daima kâr eden taraf olma özelli­ ğini sürdürür. Karar aşamasındaki yatırımcı­ nın kararını sermayenin marjinal etkinliği belirler.14 Mikro anlamda hem tam rekabet 12- Kredinin genişlemesi ise, potansiyel olarak is­ tikrarsız bir mali karşılıklı bağımlılık zinciri yaratır. Özellikle satışlardaki bir düşüşten kay­ naklanan ödeyememe güçlüğünde ortaya çıkan panik durumlarında, herkesin ortak ar­ zusu bir an önce kredi parayı keş paraya dönüştürmek şeklinde tezahür eder. Teorik olarak bu mümkün olmayacağı için baskılar önce faiz oranlarını yükseltir, daha sonra da if­ laslara ve sermayelerin en zayıflarının güçlüler tarafından ele geçirilmesiyle sonuçlanır. Kredi ve Hayalî Sermaye ile ilgili Marksist kuramcıların görüşleri için bkz. Bottomore, (2002;367). 13- Lenin'in keskin bir bakışla öngördüğü ve I. Dünya Savaşında yazdığı "Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı eserin­ de belirtilen banka sermayesinin endüstri ser­ mayesi ile birleşerek, bu "finans kapital sermayesi" temelinde finans oligarşisi yaratılması tezi, bugünün gerçekleriyle neredeyse tıpatıp örtüşmektedir. Bkz. Dobb, (1990;42). Aynı broşüre Lenin şunlan da ilave etmişti; "Serbest rekâbetin hüküm sürdüğü eski kapitalizm em­ tia ihracı ile karakterize ediliyordu. Tekellerin mutlak oldukları bugünün kapitalizmi ise sermaye ihracı ile karakterize olmaktadır." Braudel, (1991; 101- 102).

14- Sermayenin marjinal etkinliği, makro anlam­ da yatırımın amortisman dönemi boyunca

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

piyasası hem de tekel piyasasında faaliyet gösteren bütün firmaların nihai denge nok­ tası, daima marjinal maliyetin marjinal hası­ lata eşitlendiği noktada oluşur. O nun ileri­ sindeki bir noktada alman yatırım kararı is­ tisnadır ve genellikle sabit maliyetten kay­ naklanan zararları m inim ize etmek için baş­ vurulur. Burada altı çizilmesi gereken nokta, paranın gelecekte getirmesi um ulan net kâ­

Faizin yasaklı bir eylem biçimi olmasının en önemli sonuçlarından biri, sınıflı bir top­ lum yapısının oluşmasını engellemiş olması­ dır. Meselenin esası burasıdır. Bunun yanı sı­ ra, tahrim-i riba meselesinin bazı yan sonuç­ ları olduğu veya olabileceği var sayılsa bile, neticeyi fazlasıyla değiştirmeyeceği için mercek altına alınarak aydınlatılması gere­ ken tarafın burası olduğu muhakkaktır. Bu

rın, para sermayenin maliyetinden yüksek olmasıdır. Aksi halde yatırım yapmak rasyo­

mesele üzerinde imali fikir eden birçok ka­

nel bir davranış sayılmaz. Bununla birlikte, yatırım kararı nihai olarak sadece faiz oran­ larının değil aynı zamanda beklentilerin de bir fonksiyonu olduğu için, paranın görece

nuçlarından ziyade teferruat diyebileceği­

daha pahalı olduğu durum larda da yatırım yapılabilir. Bu da kaide değil, istisnai olarak kabul edilmesi gereken bir durumdur. Gö­ rüldüğü gibi, alacak verecek ilişkisinde de parayı borç olarak veren değil, borçlu duru­ mundaki yatırımcı kârlı çıkmaktadır.

lem erbabı, meselenin yapısal yönü ve so­ miz ayrıntıları üzerinde fikir yürüttüklerin­ den, mevzii ve spekülatif sonuçlara ulaşmış­ lardır.15 Varılan sonuç ve yargılar üzerinde durmak bu çalışmanın konusu ya da kapsa­ mı içine girmediği için sadece bunun neden­ lerine kısaca temas edilecektir. Liberal görü­ nüm lü fetvalarla arzı endam eden görüş sa­ hipleri batı kültürüyle daha içli dışlı m üslü­ man herodianlardan oluşurken, içe kapanık

Tasarruf sahipleriyle yatırımcılar ve bu

ve tutucu tavırlarıyla ortaya çıkan m üslü­

ikisine aracılık eden bankacılık mekanizma­ sının oluşmasına sebebiyet veren yapı, ser­ mayenin emekten bağımsız bir üretim faktö­ rü olmasına izin verilmeyen m üslüm an ce­ miyetlerde neşv ü nema bulmamıştır. Bir yanda tasarruf yapan küçük gelir sahipleri, diğer yanda ise yatırımcı şeklinde karşımıza çıkan iki kompartımanlı bir yapının bulun­ m adığı İslam geleneği, özel mülkiyet ve pi­ yasa şartlarına göre şekillenmiş mübadele değerini reddetmez. Bu haliyle, yani özel

man zealotların, daha ziyade dış dünyaya

mülkiyeti kabul etmekle sosyalizmden ayrı­ lan İslam, faizi reddetmekle kapitalizmden ayrılmıştır. Bu yapının oluşmasında temel iş­ lev, para sermayenin emekten bağımsız şe­ kilde üretim ilişkilerine girmesini engelle­ yen faiz yasağı ile özel mülkiyetin kabul edilmesidir. sağlayacağı umulan gelir akımını, bugünkü değeri itibarıyla yatırımın maliyetine eşitleyen ıskonto oranı olarak tanımlanır. Keynesyen an­ lamdaki bu tanımda, yatırımın getirisi bir bek­ lenti büyüklüğü olarak var sayılmıştır.

kapalı çevrelerden gelmeleri şaşırtıcı değil­ dir. Birinciler mevcut ekonomik sistemlerin meydan okumasına cevap verecek gücü kendilerinde bulamadıklarından, aynen se­ lefleri gibi zorlama yorum ve tevillerle günü kurtarmaya çalışırken, İkinciler mevcut re­ aliteyi yok sayarak içe kapalı tutucu tavırlar­ la geçmişe sığınmayı tercih etmişlerdir. Bu 15- Mesela bu bağlamda yapılan çalışmalardan birisi Riba yasağını; "borcunu ödemekte güç­ lük çeken bir borçluya ilave bir yük yüklediği" gerekçesine dayandırarak, tarafların içinde bulunduğu psikolojik şartlar ve şâir sebeplerle açıklamaya çalışmaktadır. Bkz. Said, (1995;111). Halbuki bizzat Hz. Peygamberin Taiflilerle yaptığı siyasi bir muâhede metninde aynen şu ifadeler bulunmaktadır; "Borcunu ödeyecek olduğu vâdede ödemeyen kimseler bir faiz suçu işlemiş sayılır." Hamidullah, (1980; 1-536). Bu açıdan bakıldığında borcunu geciktirmek de faiz kapsamına alınmış oluyor. Mamafih, yukarıdaki yoruma bir de bu açıdan bakıl­ dığında anlaşılır hiçbir tarafının olmadığı or­ tadadır.

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

manada her iki tavrın da aksiyoner olmak­ tan çok reaksiyoner olduğu söylenebilir.16 Para sermayenin emekten bağımsız her­ hangi bir meta gibi piyasa işlemlerine konu olmasının engellendiği bir ekonomik yapı­ da, yatırımların finansmanı meselesinin na­ sıl sağlanacağı önemli bir problem olarak karşımıza çıkar. İslam toplum larm ın o gün­ kü ihtiyaçlarını gidermek için yazılan fıkıh kitapları ve ulema içtihatları dışarıda tutu­ lursa, asıl metinlerde konuyla ilgili buna da­ ir hiçbir açıklamanın bulunm adığı görülür. Altı çizilen mesele, paranın para olarak îcara verilmesinin kesin biçimde yasaklanması ve bununla ilgili sarih ayet ve hadislerin bulun­ masıdır. Hiçbir tevile açık kapı bırakmaya­ cak sarahatte vurgulanan tahrim-i riba mese­ lesinde, alternatif çözüm önerilerinin sunulmayışı ilk bakışta garip görünebilir. Vakıa

de almak isteyecektir. Faizle borç vermenin yasaklandığı bir yapıda, yapılan işe parasıy­ la katılan kişi aldığı risk ve verdiği sermaye oranında kâra ortak olacaktır. Bunun dışın­ da hiçbir seçenek yoktur. Bunun doğal sonu­ cu olarak İslam toplum larında mudâraba, muzaraa ve müsâkat vs. türü ortaklık şekilleri doğmuştur.17 Dolayısıyla çalışanların büyük kısmını kendi işlerini yapan ecîr-i müşterek statüsündeki işçiler oluşturmuştur. Faiz ya­ sağının önemli bir sonucu, "sermayenin ba­ ğımsızlaşmasının ve gayri şahsi hale gelmesinin önlenmesidir. Yani ortaklık halinde sermaye­ nin sermayedarla irtibatı devam etmektedir. Bu ise sermayedarı aktif, dinamik, dikkatli ve müteşebbis olmaya zorlamaktadır."18 D i­ ğer bir sonucu ise, bu yasaklama sonucu or­ taya çıkan emek sermaye karşıtlığının oluş­ turduğu sınıflı toplum yapısının önüne ge­ çilmesidir.

böyle olunca, yatırımcının önünde tek bir se­ çenek kalmaktadır: o da yatırımları finanse etmek için uygun sermaye sahibi ortak bul­ mak. Kimse kimseye hatır için borç verme­ yeceğine göre, parayı veren bunun bedelini 16- Günümüzde "İslam İktisadı" başlıca üç yak­ laşımla ele alınmaktadır. Birincisi İslam İktisat Tarihi'dir. İkincisi fıkhı açıdan meseleleri ele alan yaklaşımdır: Fıkhu'l-iktisad. Üçüncüsü kapitalist iktisat teorilerinin geliştirdiği analiz aletleri ve modelleri kullanılarak yapılan çalış­ malardır: Islamic economics. Bkz. Tabakoğlu, (1988:10). Üçüncü yaklaşımı ele alanların daha ziyade Batı'nın eski müstemlekesi olan Hint Müslümanlarıyla Arap ülkeleri orijinli olması, meselenin tepkisel ve ideolojik bir zeminde değerlendirilmesi zaafıyla malûl görünmek­ tedir. Fıkhu'l-iktisad çerçevesinde meseleyi değerlendirenlerse, ironik bir benzerlik içinde aynen bu sonuncular gibi, zaman ve mekan­ dan bağımsız, ama daha farklı model ve araç­ larla meseleleri ele alma eğilimindedirler. Birinci yaklaşım ise tarih içinde Müslüman toplumların tarihi tecrübelerini ortaya koyma çabası içinde bulunan, daha nesnel ve serin­ kanlı yaklaşımlar olarak görülebilir. Bizim burada yapmaya çalıştığımız ise, tartışma ve spekülasyona açık teorik bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir.

Üretimi oluşturan faktörlerden birinin, yani kapitalin emekten bağımsız olmadığı, adeta "kapital ile müteşebbisin" özdeş oldu­ ğu bu yapıda sermaye, üretimin nedeni de­ ğil sonucu olduğu için faizle krediye ihtiyaç kalmaz(Uludağ,1992;423). Sermayeden elde edilen kâr payı ile faiz arasındaki temel fark­ lılık, kâr payının firma net gelirinin belli bir yüzdesi olmasına karşılık, faizin üretimin maliyeti olmasıdır. Faizin bulunm adığı bir yapıda yatırım talebi ve fon arzını yönlendi­ ren temel sâik; birincisinde kâr payı oranı, projenin beklenen getiri oranı ve teşebbüs yeteneğinin fonksiyonu iken, İkincisinde kâr payı oranı, projenin beklenen getiri oranı ve tüketici tercihlerinin bir fonksiyonu olacak­ tır. Dikey eksenin kâr payı oranını, yatay ek­ senin ise yatırım miktarını belirlediği bir di­ yagramda, fon arz ve talebi yukarıda belirti­ 17- Ortaçağ İslam dünyasında faizle kredinin yasaklanması sonucu ortaya çıkan yapılarla il­ gili bir . değerlendirme için, bkz. Udovitch, (1993; 57-60); Şekerci, (1981). 18- Konuyla ilgili çok daha kapsamlı bir değer­ lendirme ve analiz için bkz. Orman, (2001).

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

len faktörler tarafından belirlenir. Sözgelimi daha yüksek bir kâr payının beklendiği d u ­ rumlarda fon arzı eğrisinin sağa kaymasına bağlı olarak yatırımlar artar ve tüketici ter­ cihleri daha fazla tasarrufa yönelir. Teknolo­ jik yenilikler veya mal ve hizmet taleplerin­ deki artışa vs. bağlı olarak teşebbüs yetene­ ğindeki bir artış da, fon talebi eğrisinin sağ yukarıya kaymasına neden olur. Tersi d u ­ rumlarda hem fon arzı hem de fon talebi eğ­ rilerinin sola kayması kaçınılmazdır(Kahf, 4988,-46). Bütün bunlara ilave olarak, zorunlu vergi olan zekatın sadece gelirden değil de, birik­ miş net değer üzerinden alınması, fonları âtıl olarak boş yere bekletmenin maliyetini yükselteceği için, parayı likit olarak elde tut­ ma arzusunu düşürür ve yatırımları hızlan­ dıran pozitif bir etki yapar.19 Zekat tüketim meyli düşük yüksek gelirli kesimlerden alı­ narak, tüketim meyli yüksek düşük gelirli sosyal tabakalara transfer edilir.20 Bu şekilde piyasaya aktarılan bir birim lik fon, hızlandı­ ran katsayısının büy üklüğü oranında milli gelirde artışa sebep olur. Zekat, ister gömülenmek amacıyla, isterse üretim amacıyla bekletilmiş olsun âtıl serveti cezalandırdığı için, tasarrufla yatırım arasındaki ilişkiyi po­ zitif yönde etkiler. Yatırım mallarından zekat alınmayışı ve nisap m iktarının21 son derece düşük olmasının sonucu olarak, likidite ter­ 19- Zekatın gelir seviyesi düşük tüketim meyli yüksek tabakalara aktarıldığı düşünülürse, ay­ nen işsizlik sigortasının dolaylı yoldan yatırımları pozitif yönde etkilemesi gibi zekatın da, sermaye hasıla oranı ve hızlan­ dıran prensibine bağlı olarak yatırımları ar­ tıracağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sermaye hasıla oranındaki büyüklük nispetinde tüke­ timin uyaracağı yatırım miktarı da artacaktır. Özellikle az gelişmiş ülkelerde bu oranının daha yüksek olduğu bilinmektedir. 20- Zekatın tüketim meyli yüksek kesimlere veril­ mesinin ekonominin geneli üzerindeki etkileri için bkz. Fuad, (1984;52) 21- Nisap miktarı bir zenginlik ölçüsü olarak bugünkü dile asgari geçim sınırının bir üstü olarak çevrilebilir.

cihi bundan negatif yönde etkilenir. Bir yan­ da zekatın âtıl fonları eritme potansiyelinin ağır baskısı, diğer yanda ise faiz vermenin yasak oluşu; tabiatı icabı menfaatine düşkün olan insanoğlunu ya yatırım yapmaya,22 ya da yapılan yatırımlara ortak olmaya zorlar. Faiz yasağının yine dolaylı olarak teşvik ettiği, adeta zorladığı başka hususlara da işaret etmek gerekir. Faizin egemen olduğu bir toplum da ücretli işçilik veya bağımlı ça­ lışma statüsü doğal olarak öz sermayeye da­ yanmayan işletme tipi ile işverenlik statüsü doğururken; karşı tarafta pasiflik, statiklik, inisiyatif zaafı, lakaytlık ve itaatkârlıkla te­ barüz eden çalışan statüsündeki iki kutuplu toplumsal bir yapıya zemin hazırlar. Faizin bulunm adığı ortaklık statüsü ve hayli tashi­ he uğramış işletme ortağı kimliğinde bir müteşebbis tipi ise; sadece kâr geliri ve or­ taklık paylarından beslenen öz sermayeli iş­ letmeler doğurmakla kalmaz, aynı zamanda dinamizm, aktiflik, girişimcilik ve yaratıcı­ lıkla temayüz eden bireysel ve toplumsal bir psikoloji, statü eşitliği ve orta sınıf mensubi­ yetinin baskın olduğu bir sosyal yapı, katı­ lımcılık ve demokratiklik vasıflarıyla ön pla­ na çıkan bir siyasi yapıya im kan sağlar(Orman, 2001;173-174). Emek ve sermayenin karşı karşıya değil de yan yana b u lun du ğu böyle bir yapıda ar­ tık değerin ortaklar arasında paylaşılması, talep yetmezliğinden kaynaklanan ekono­ m ik krizleri engellediği gibi; çalışanların ürün ve üretimle psikolojik bağları kopartılmadığı için arz yetmezliği gibi üretim buh­ ranlarını da önler. Hem arz hem de talep yet­ mezliğine çözüm bulan böylesi bir yapı, ge­ lir dağılım ındaki adaletsizliğe, piyasa şartla­ rı içinde makul bir çözüm önerisi sunmakta22- İslam hukukunda sermaye mallarından zekat alınmaz. Zekat kazanç ve birikmiş servetten alınır. Sermaye malları yatırma yönelik olduk­ ları için bundan muaftırlar. Bkz. Debbağoğlu, (1979;367 vd.)

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

dır. Bazı düşünürler tarafından freres ennemi-

meta biçimindeki edilgen nesnesi olmak ye­

es, düşman kardeşler olarak tasvir edilen (VVallerstein, 2000; 100) demokrasi ve libera­

rine, üretim sürecine insan-özne olarak katı­ lan aktif birer üye konum una yükselmiş olurlar. Bu durum aynı zamanda yabancılaş­ manın da önünü keserek daha insani bir vaj pıya imkan sağlar.24

lizm karşıtlığı yerine, "ekonomik demokrasi­ nin" sağlandığı daha adil bir mekanizma önerilmektedir. Sahibinden bağımsız para sermayenin, belli ellerde temerküz ederek spekülatif amaçlı kullanılması sonucu reel sektör üzerinde yaptığı olumsuz etkilerin as­ gariye indirilmesi ise, sistemin yan ürünle­ rinden biri olarak değerlendirilebilir. Mese­ lenin diğer bir boyutu ise, üretimin girdi ka­ leminde önemli bir maliyet unsuru olan fa­ izin, bilançodan düşülmesi sonucu ortaya çı­ kan maliyet avantajıdır. G ünüm üzde risk sermayesi olarak da bi­ linen bir takım uygulamaların, Batı'da commenda olarak bilinen mudâraba ortaklığına benzerliği, yukarıda belirtilen yapıdan çok da farklı değildir. Risk sermayesinin kuruluş aşamasındaki yatırım faaliyetleri de, ortak­ lık statüsüne göre teşekkül etmektedir. Bu anlamda, yatırımların finansmanı için âtıl fonları ekonomiye katmanın yegane çıkar yolu olarak sunulan faiz enstrümanı, ortak­ lıkla ikame edilmiş oluyor.23 İslam'daki m u ­ dâraba modelinin aynısı olan risk sermayesi tipi uygulamalar, hem dikey hem de yatay anlamdaki ekonomik ve sosyal mobiliteyi artırarak sosyal tabakalar arasındaki geçişi kolaylaştırabilir. Netice olarak küçük tasar­ ruf sahibi çalışanlar, üretim sürecinin emek23- Küçük ve orta ölçekli firmaların kredi açığına literatürde Mc Millan Gap (Mc Millan Boş­ luğu) denilmektedir. Olay ilk defa İngiltere'de eski başbakanlardan Mc Millan'm başlattığı bir incelemeyle su yüzüne çıkmış, sonra ABD'de ve diğer batı ülkelerinde de varlığı saptanmıştır. Batı, soruna çeşitli kanunlar çıkartarak küçük firmaları kredi yönünden destekleyecek çeşitli örgütler kurarak çareler bulmaya çalışmıştır. Bu örgütlerin en başarılı olanı Venture Capital şirketleri olup tamamen özel girişimcilerin yarattıkları bir sistemdir. İşin ilginç yanı bu tür örgütlerin İslam'daki mudaraba (emek-sermaye ortaklığı) sistemiyle birebir örtüşmesidir. Çizakça, (1992;482)

Ekonomik sistemin faiz olmadan işleme ihtimali olmadığını temel bir aksiyom olarak sistemin merkezine yerleştiren bazı düşünür ve yorumcular, faiz yasağının pozitif ve ekonomik etkisinden ziyade normatif bir kural olarak görme eğilimindedirler(Erdoğan, 1998;180). İçinde faiz kavramının bu­ lunm adığı rasyonel bir piyasa sisteminin bu­ lunamayacağı iddiası, aksi yapıların varlığı ile, kesinleşmiş ilmi bir gerçeklik olmaktan ziyade, burjuva değerler sisteminin oluştur­ duğu yaygın bir inanç, ideolojik bir yakla­ şım olarak kalmak durumundadır. Aksi hal­ de tarihin sonu tezinde olduğu gibi, piyasa­ ların bugün geldiği noktayı da insanlığın ge­ lebileceği nihai aşama olarak görme yanlışı­ na düşmekten kurtulamayız.

Sonuç Marksistlerin ciddi biçimde eleştiri konu­ su yaptıkları ve fakat veri olarak kullandık­ ları üretim faktörlerine ait konumlandırma, İslam'a ait yaklaşımın temel enstrümanlarıy­ la aynı düzlemde buluşmuyor. Bu çalışmada üretim faktörlerinin İslam'a göre tanımlan­ ma ve konumlanması esas alınmış ve ona göre bir akıl yürütme yöntemi tercih edil­ miştir. Sosyal, kültürel ya da ekonomik her­ 24- Oysa kapitalist sistem sadece işgücünü meta haline getirerek doğaya, kendisine, türsel var­ lığına ve başkalarına karşı yabancılaştırmakla kalmaz; aynı zamanda yaşamları dışsal olarak kâr elde etme gerekliliğinin hakimiyetinde olan kapitalistlerden, yaratıcı yeteneklerini en yüksek teklif verene satan yazar ve sanatçılara kadar bütün bir toplumu yabancılaştırır. Bun­ dan böyle insan ilişkileri kişiler arasında değil, tam tersine şeyler arasındaki ilişkiye dönüşür. Marksizm'in yabancılaşmayla ilgili analizleri için, bkz. Sevvingevvood, (1998;88-89)

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

hangi bir fenomeni İlmî olarak kavramanın en etkili yöntemlerinden biri de, zihnimizde kurguladığımız şeylerle gerçek hayatta ya­ şananlar arasında kurulabilecek paralellik derecesinin yüksekliğidir. Aksi halde yapı­ lan şey var olanı anlamak değil, zihinden ge­ çenlerle realite arasında zorunlu bir intibak bulunduğu zehabına kapılarak realiteden uzaklaşmak olur. Şayet tersi bir yöntem ter­ cih edilseydi akla uygun her şeyin, gerçekli­ ğe uygun olduğunu da kabul etmek lazım gelirdi. Halbuki çoğu zaman akla uygun gö­ rünen çoğu çözümleme ve kurgulama, zih­ nin inşa ettiği sanal bir gerçeklik uyarlaması olarak, her zaman gerçek dünyanın objeleri­ ni karşılamayabiliyor. Bu bakımdan böyle bir yöntemin tercihi bir gereklilik olmaktan daha çok, bir zorunluluk olarak değerlendi­ rilmelidir. Netice olarak "homo-islamicııs" tü­ ründen zorlama kavramsallaştırmalara gi­ dilmeden varılan sonuçlarda bile ortaya çı­ kan manzara, kapitalist ve sosyalist ekono­ mik modellerinden çok farklı, sırf normatif değerlerden oluşmayan, pozitif ve uygula­ nabilir başka seçeneklerin de m üm k ün ola­ bileceği ihtimalini pekala düşündürebiliyor. Burada yeri gelmişken bir hususun daha altını çizmek gerekmektedir. Nasıl ki bir Bu­ dist ya da Hıristiyan veya Yahudi iktisadı olamazsa, diğerleri gibi dine dayalı bir İslam iktisadı da olamaz görüşüdür. Bu görüş Batı merkezli iktisat anlayışlarının geliştiği kül­ türel ortamı görmezden gelerek, bunlardaki Hıristiyan ve İbrani etkisini yok sayma eğili­ mindedir. Her ne kadar zaman içinde daha sekliler bir anlam kazanmış olsa bile, mev­ cut paradigmanın sözü edilen kültürlerden etkilenmediği iddia edilemez. Diğer yandan Müslüman toplumların ideolojik anlamda olmasa bile, en azından bir inanç ve kültür olarak, davranış kalıbı ve düşünce tarzları­ nın kendi inanç dünyalarından etkilenmesi ihtimali, bizdeki bazı pozitivist aydınlar ta­ ralından ciddi biçimde eleştiri konusu yapıl­ makta ve bilim dışı sayılmaktadır. Oysa ben­ zer aydınlar, Batı orijinli iktisat bilim ini b ü­

tün kültürel değerlerden bağımsız katıksız bir teknik araçlar bütünü, yansız bir bilimsel faaliyet alanı olarak değerlendirmekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Mevcut haliyle bütün iktisadi sistemler gibi, kapitalist iktisadi sis­ tem de hiç kuşkusuz belirli bir dünya görü­ şü ve değerler sistemi üzerinde yükselen ideolojik bir kurgulamadır. Modern dönemlerde bilim in zorunlu bir gereği olarak önüm üze konulan görünmez el prensibi ve ona dayalı "verimlilik" ve "top­ lumsal açıdan miunkiin en iyi" neticeleri doğu­ ran mevcut liberal ekonomik sistem; gelir ve diğer hayati önem taşıyan kaynakların fark­ lı bölüşüm biçimlerinin âdil ve gerçekleştiri­ lebilir olup olmadıklarına ilişkin daha ileri bir argümanla desteklenme gücünü henüz gösterebilmiş değildir. Bu durum aynı za­ manda demokrasi ve piyasa ekonomisi ara­ sındaki en büyük açmazlardan birini oluştu­ ruyor. Eşit oyla bireysel kârın merkeze ko­ nularak m üm kün en âdil siyasi düzen ve en uygun toplumsal refahın sağlandığına dair yaygın kanaat, piyasa başarısızlığı da deni­ len bazı açmazlarla, iktidar merkezlerini yönlendirdiğinde şüphe bulunm ayan büyük sermayenin baskı ve maniplasyonları karşı­ sında aşınmaktadır. Daha da açmak gerekir­ se "doğası icabı sosyal adalet ve hakkaniyet ku­ rallarına ilgi göstermeyen rasyonel piyasa düze­ ni”, mevcut kaynakların bölüşülmesine Pareto optim um u anlamında uygulanabilir çö­ zümler iiretemediği gibi, ücretlilerle müte­ şebbisler arası gelir dağılım ı farkının gün geçtikçe artırmaya devam etmesini engelle­ yemiyor.25 Bunun anlamı gayet açıktır: kapi­ 25- Burada Braudel'in genç tarihçilerin önüne bir görev olarak koyduğunu belirttiği tavsiyesi; "ıııilli gelirlerdeki ve kişi başına milli gelirlerdeki değişmeleri takip etmek" hâla kulaklarımızda yankılanmaya devam ediyor. Bkz. Braudel, (1991; 104). Modern zamanlarda dünyanın herhangi bir coğrafyasında ve herhangi bir zaman diliminde bu konuyla ilgili yapılacak bir çalışma, muhtemelen çok ilginç sonuçlan göz önüne serecek ve yukarıdaki yargıya kuv­ vet kazandıracaktır.

101 Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

talist düzen demokrasi ve gerçek anlamdaki piyasa ekonomisi aleyhine vahşi biçimde ge­ lişerek, ekonomik ve sosyal barışı tehdit eder hale gelmektedir. Bunun en temel se­ beplerinden biri de, hiç şüphesiz, emek ser­ maye çatışmasını besleyen faiz enstrüma­ nından başka bir şey değildir. Faiz yasağı, bir yönetim biçimi olarak hem demokrasinin hem de ekonomik de­ mokrasinin değerleriyle çatışmadığı gibi, tam aksine sınıflı bir toplum yapısının oluş­ masını engelleyerek, bunların her ikisini de besleme ve destekleme gücüne sahip görün­ mektedir. Diğer yandan İslam, şu ya da bu ekonomik modeli doğrudan doğruya köşeli biçimde insanlara dayatmak yerine, belli ge­ nel prensipleri koyarak her meselede olduğu gibi bu meselede de orta bir yol izlemiş ve gerisini insan akima havale etmiştir. Çok er­ ken dönemlerden itibaren ilke bazında ahde vefa, bütün akitlerde her türlü belirsizliğin ortadan kaldırılması ve emanetlerin korun­ ması, emek ve kazanca saygı, mülkiyet ve te­ şebbüsün masuniyeti, aldanıp aldatmanın yasaklığı, zarar verme ve zarara zararla m u ­ kabele etmeme ve en nihayet piyasa fiyatına doğrudan m üdahale edilmesinin yasaklan­ ması temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Nihai olarak K ur'an ve Sünnet'e ait me­ tinlerin yorumlanması, kısaca akıl-vahiy iliş­ kisinin nasıl değerlendirilmesi gerektiği ko­ nusunda bazı noktaların üzerinde durmak

gerekmektedir. "İçtihad ile içtihad nakz ol­ maz." (Mecelle; M d./16) k üllî prensibi, in­ san aklına dayalı yorum ve hüküm lerin bir başkasının yorum ve hükm üyle doğru ya da yanlışlanamayacağını belirtmek için konul­ muştur. Genel prensip budur. İslam'da ruh­ ban sınıfı olm adığı gibi, belli bir dini oligar­ şinin kendi doğrularını çoğunluğa Allah'ın emri budur şeklinde dayatmak gibi yetkileri de bulunmuyor. Böyle bir şeyi iddia etmek, bizzat doktrinin ruhuna aykırıdır. Bu neden­ le fakihlere ait içtihatların tamamı zannî, ke­ sin olmayan bilgiler kategorisinde değerlen­ dirilmiştir. Yapılan içtihadın kesin doğru ol­ duğu iddiasının diğer bir anlamı, bunun va­ hiyle özdeş hale getirilmesi manasına gelir ki, böyle bir yaklaşım İslam'ın özüyle kesin­ likle bağdaşmaz. Kaldı ki örf ve zam anın de­ ğişmesine bağlı olarak yeni hüküm ler ihdas edilmesi de olağan karşılanmıştır.26 Sosyal ve tabii bilimlerde Poperyen anlamdaki doğ­ rulama ve yanlışlama yöntem inin aynısı, âyet ve hadisler temel aksiyom olarak kal­ mak kaydıyla, İslam'ın yorum unda da yüz­ yıllarca kullanılmıştır. Meselenin bu şekilde ortaya konulması halinde, devletin bütün yorumlara eşit mesafede bulunması ve her birinin özgürlüğünün teminatı olması gere­ ği, aynı sürecin zorunlu bir sonucu olarak değerlendirilebilir. □ 26- "Ezmanın tagayyürüyle ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz." (Mecelle; Md./39) "Örf ile tayin nas ile tayin gibidir." (Mecelle; Md/45)

Kaynaklar Amacher, Ryan C.-Ulbrıch, Holley H., (1992) Prınaples Of Microeconmics, Ohio. Berkes, Niyazi, (2002) Türkiye'de Çağdaşlaşma, (haz.) Kuyaş, Ahmet, Yap Kredi Yayınları, İstanbul. Berki, Ali Himmet, (1985), Mecelle (Mecelle-i ahkâm-ı adliyye), Hikmet Yayınları, İstan­ bul. Braudel, Fernand, (1993), Maddi Uygarlık Ekonomi ve Kapitalizm XV-XVII. Yüzyıllar II, (çev) Kılıçbay, Mehmet Ali, Gece Yayınları, An­

kara. Çizakça, Murat, (1992), "Müzakerecilerin Görüş­ leri", İslam Ekonomisinde Finansman Mesele­ leri, Ensar Neşriyat, İstanbul, ss.477-483. Çizakça, Murat, (2004), "Ekonomide Laik-Muhafazakar Uzlaşması", Uluslar arası Muhafa­ zakarlık ve Demokrasi Sempozyumu, Ak Par­ ti Siyasi ve Hukuk İşler başkanlığı, ss.105112.

Debbağoğlu, Ahmet, (1979) İslâm İktisadına Giriş, Dergah Yayınları, İstanbul.

Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

YAZ SAYISI

Deniş, Henri, (1997), Ekonomik Doktrinler Tarihi, (çev.) Tokatlı, Attila, Sosyal Yayınlar I-Il, İstanbul. Drucker, Peter F., (1995), Gelecek İçin Yönetim, (çev) Üçcan, Fikret, İş Bankası Yayınları, İstanbul. E'l-Cerhî, Mabid Ali Muhammed Mahmud, (1988) "Faizsiz Para Ekonomilerinin Nispî Etkinliği: Kağıt Para Olayı), İslam İktisadı Araştırmaları I, (çev). Yavaş,Abdullah, Dergah Yayınları/95, İstanbul, ss.80-113. Ebû Suud, Mahmud, (1988) "Para, Faiz ve Mudarabe", İslam İktisadı Araştırmaları I, (çev) Ertürk, Emin- Dergah Yayınları/95, İstan­ bul. ss.54-79. Fuad, Ahmed, (1984), "Eseru'z-Zekâti Alâ Dâlleti'l-İstihlâki'l-Külliyyi Fî İktisâdin İslâmiyyin", Mecellet-ii Eblıâsii’l-İktisadi’l-İslaıniyyi II-S.l, Cidde, ss. 52-60. Güngör, Erol, (1987) Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötiiken Yayınları, İstanbul. Güngör, Erol, (1993) İslâmııı Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul. Hamidullah, Muhammed, (1980) İslam Peygambe­ ri I-ll, (çev) Tuğ, Salih, İrfan Yayınevi, İs­ tanbul. Ibn Haldun, Abdurrahman Bin Muhammed, (1975) Mukaddimetü İbn Haldun, Beyrut. Karakoç, Sezai, (1985) İslam Toplumumın Ekonomik Striiktüırü, Diriliş Yayınları, İstanbul. Kennedy, Paul, (1996), Yirminci Yüzyıla Hazırlanır­ ken, (çev) Üçcan, Fikret, Türkiye İŞ Banka­ sı Kültür Yayınları, Ankara. Khaf, Munzir (1988), "İslam Toplumunda Tüketi­ ci davranışı Teorisine Bir Katkı", İslam İkti­ sadı Araştırmaları I, (çev) Şencan, Hüner, Dergah Yayınları, İstanbul, ss.37-53. Mardin, Şerif, (1990), Din ve İdeoloji, İletişim Ya­ yınları, İstanbul. Orman, Sabri, (2001) İktisat, Tarih ve Toplum, Küre Yayınları, İstanbul. Said, Abdullah, (1995), "İslâm'daki Ribâ Yasağı­ nın Ahlâkî Temelleri", İslâmî Sosyal Bilim­

ler Dergisi C. 3 S.4, İnktlab Yayınları, İstan­ bul. ss.89-112. Sevvingevvood, Alan, (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (çev) Akınhay, Osman, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. Şekerci, Osman, (1981), İslâm Şirketler HukıtkuEıııek Sermaye Şirketi, Marifet Yayınları, İs­ tanbul. Tabakoğlu, Ahmet, (trsz) "İslam İktisadı Açısın­ dan Kalkınma", İktisadî Kalkınma ve İslam, İlmî Neşriyat, İstanbul, ss.241-251. Tabakoğlu, Ahmet,(1986), "İslam Ekonomisinde Emek ve Sermaye Kavramları", İS­ LAM’DA EMEK ve İşçi İşveren Münasebetle­ ri, Ensar Neşriyat. İstanbul, ss.79-96. Tanpınar, A. Hamdi, (1982), Yahya Kemal, Dergah Yayınları, İstanbul. Toynbee, Arnold, (1991) Medeniyet Yargılanıyor, (çev) Uyan, Ufuk, Ağaç Yayıncılık, İstan­ bul. Türkdoğan, Orhan, (1981), Sanayi SosyolojisiTÜRKİYE'NİN SANAYİLEŞMESİ-Dün-Bııgun-Yarın, Töre Devlet Yayınevi, Ankara. Udovitch, A.L., (1993), "Ortaçağ İslâm Dünyasın­ da Kredi ve Bankacılık Kurumlan", İktisat ve İş Dünı/ası S. 18, (çev) Özel, Mustafa, İs­ tanbul. ss.57-60. Uludağ, İlhan, (1992) "Uluslararası Sistem İçeri­ sinde İslâm Bankacılığı", İslâm Ekonomisin­ de Finansman Meseleleri, Ensar Neşriyat, İs­ tanbul, ss. 419-462. Ülgener, Sabri F. (1981) Zihniyet ve Din İslam, Ta­ savvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı, Der Yayınları, İstanbul. VVallerstein, İmmanuel, (1999), Sosyal Bilimleri Düşünmek, (çev) Doğan, Taylan, Avesta Ya­ yınlan, İstanbul. Yılmaz, Faruk, (1991), İslam Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Marifet Yayınları, İstan­ bul.

103 Türkiye Günlüğü 81 / Yaz 2005

Lihat lebih banyak...

Comentários

Copyright © 2017 DADOSPDF Inc.